Makale:Filozof Sosyolog
Değerli okurlar, farkındasınızdır; herkes yazıyor ama kimse okumuyor. Okuyormuş gibi yapıyoruz.
Araştırıyormuş, dinliyormuş, anlıyormuş gibi davranıyoruz sadece. Herkesin elinde bir kalem, bir klavye, bir hesap. Herkesin anlatacak bir hikâyesi, paylaşacak bir düşüncesi var ama bu kadar çok sesin içinde artık kimse kimseyi duymuyor.
Yazmak, bir zamanlar anlam arayışının bir biçimiydi. Şimdi ise bir varlık bildirimi haline geldi. “Yazıyorum, öyleyse varım.” Cümlelerin, kelimelerin, düşüncelerin yerini artık görünür olma arzusu aldı. Bir düşünceyi paylaşmıyoruz; kendimizi onaylatıyoruz. Bir fikri tartışmıyoruz; varlığımızı tescillemeye çalışıyoruz.
Sanki hepimiz aynı fabrikanın işçisiyiz
Kelimeler artık birer üretim malzemesi; fikirler banttan geçiyor, hızla paketlenip sunuluyor. Tüketilmek üzere. Ne kadar derin olduğunun önemi yok; önemli olan ne kadar dikkat çektiği. Bu yüzden herkes üretiyor. Düşünce bile artık bir meta. Bir de bazıları tutturmuşlar: “Yapay zekâya yazdırmışsın.” Ne yani, insan beyni artık kendi fikirlerini üretemeyecek kadar mı acizleşti? Kendi insani duygularını yansıtamayacak kadar mı yapaylaştı? Yapay zekâya mı muhtaç kaldık? Böyle diyenleri gerçekten anlamıyorum. Yazık! Çok yazık. İnsanı diğer canlılardan ayıran özelliği nedir? Düşünme yetisini bu kadar hafife almak, en büyük cahilliktir. Bu da hiç okumamamızın, araştırmamamızın ve merak etmeyişimizin bir sonucudur.
Fikir üretmek, anlam yaratmak mıdır?
Her fikir, anlam yaratmaz ama her anlam bir fikirle başlar. Anlam, sessizlikten doğar. Sessiz kalabilen, düşünebilen, dinleyebilen, sorgulayabilen insanın içinden doğar. Bizse sessizliği unuttuk. Çünkü sessizlik, bu çağda görünmezlik demek; görünmezlikse unutulmakla eş anlamlı. Bu yüzden yazıyoruz, paylaşıyoruz, konuşuyoruz, bununla birlikte; yazılmış, anlam bulmuş değerli fikirleri okumuyoruz. Fikir, aklın ürünüdür. Anlam ise ruhun dokunuşudur. O insanın ruhunu, fikrinde bulma zahmetine girmiyoruz.
Sosyolojik açıdan baktığımızda, bu durum sadece bireysel bir tercih değil, sistemin bizi yönlendirdiği bir zorunluluk. Baudrillard’ın simülasyon toplumunda yaşıyoruz artık; herkes iletişim kuruyormuş gibi yapıyor, ama ortada gerçek bir iletişim yok. Goffman’ın sahnesinde herkes rolünü oynuyor; içtenlik, performansa dönüşmüş durumda. Kapitalist düzen üretim üzerine kuruldu, evet; bununla birlikte bugün üretim sadece nesnelere değil, duygulara, düşüncelere, hatta kimliğimize kadar uzandı. “Kendini ifade et” deniyor bize, ama aslında “kendini pazarlamayı öğren” anlamına geliyor bu.
Okumak, bu düzenin tersine bir eylem. Çünkü okumak yavaşlıktır. Okumak sabır ister, dikkat ister, özveri ve zaman ayırmak ister. Okumak, başkasına yer açmaktır; kendinden bir süreliğine vazgeçmektir. Oysa biz, kendi sesimizle o kadar doluyuz ki, bir başkasının cümlesi için yer kalmıyor içimizde.
Bu yüzden yazılar çoğalıyor, ama anlam azalıyor. Sözcükler artıyor, ama düşünceler seyrekleşiyor. Herkes konuşuyor, ama kimse dinlemiyor.
Modern dünyanın en büyük paradoksu bu belki de: İletişim çağında birbirimize bu kadar uzak oluşumuz.
Artık şunu diyebiliriz: Belki de bugün en radikal eylem, artık yazmak değil, okumak. Bir metni sabırla okumak, bir düşünceye alan açmak, bir cümlede uzun uzun kalabilmek. Ve bazen sadece susmak. Çünkü herkesin konuştuğu bir çağda sessizlik, en yüksek sestir.
